
Zehirleyiniz beni. Muck. Eski bilgilerimi hatırlamak adına Organik Kimya çalışmalıyım, bu master işi beni bitirdi. Ne olursa olsun, Nükleer Kimya <3 , bir de Sonic Youth <3
Yukarıda savunduklarım, klasik sosyalizm tanımına olan eleştirimdi sadece, daha doğrusu yanlış anlaşılmış bir kavrama yaptığım bir eleştiri. Sosyalizm denilen şey, eğer hakkıyla uygulanacaksa sadece insan yaşamına değil tüm doğaya getirilen bir özgürlük ve eşitlik olmalıdır.
Oscar Wilde, Sosyalizm ve İnsan Ruhu'nda, konuyu çok farklı bir yönden irdelemiş. Ona göre Sosyalizm sadece para dağılımıyla ilgili düzenlemeler yapmakla kalmamalı insan yaşamını hatta sanatı dahi düzenlemelidir ama bunu yaparken körü körüne bir toplumsalcılık gütmemelidir. Klasik Sosyalizm'de ve Marksizm'de, komün yaşam kavramı bireyselliği ve varoluşu ortadan kaldırmıştır. Oscar Wilde bu kitabında, Sosyalizmin tek bir birey üzerindeki etkisine değinmiştir. Hatta bireyin kamuoyundan etkilenmeyecek, çevrenin düşüncelerini önemseyip bunlara göre yaşamayacak kadar özgür olduğu bir dünyayı sunmuş, suçların ve açlığın azaldığı hatta olmadığı mutlu bir topluma, ve bu toplumda birbirlerine karışmadan yaşayan ahlak kaygıları taşımayan özgür bireylere işaret etmiştir. Estetiğin, güzelliğin ortadan kalkmadığı, Dorian Gray gibilerinin dahi yaşamakta zorlanmayacağı, tek tip insan modelinin dayatılmadığı, mekanik olmayan bir Sosyalizm'den bahsetmiştir. Böyle bir düzende, her birey kendi için yaşamış olacaktır ve başka insanlara yardım etme gibi yükümlülükleri olmayacaktır çünkü herkes yaşamını sürdürebilecek ve kendisine göre hayatını şekillendirebilecek imkanlara, ilgi duyduğu alanlar üzerinde yaratıcılığını kullanmak için ya da sanatını icra etmek için gerekli koşullara eşit ölçüde sahip olacaktır. Böylece güçlü ve bağımsız bireyler doğacaktır. Gri ve tek tip insanlar yerine, yaratıcı, güzelliğe önem veren 'renkli' insan kavramı gelişecektir ve böylece, sosyalizmin insan egosuyla yaşayabileceği o olası çatışma, hoşgörü toplumu içerisindeki bireyselleşmeyle giderilecektir.
Birazcık müzikaliteye dönecek olursak, 2008'in en çok hayalkırıklığına uğratan grubu 'The Cure' oldu diyebilirim. The Cure fanları olarak, albüm çıkış tarihinin sürekli ertelenmesi bizleri heyecanlandırmış ve beklentilerimizi artırmıştı. Fakat 4.13 Dream adıyla yayınladıkları albüm, Robert ve silah arkadaşları artık müziği bıraksın, herşey tadında kalsın dedirtti birçok insana. Aslına bakarsanız, 2004 yılında çıkardıkları albümden sonra grup sadece konserlerde çalma ve bir daha albüm çıkarmama kararı almıştı ama ticari kaygılardan olsa gerek, yeni albüm bombası düştü 2008'in başında. Yıllarını The Cure'a vermiş benim gibi birçok insan bu haberle çok mutlu oldu çünkü hiçbirimiz böylesine yetersiz bir albümle karşılaşacağımızı düşünmüyorduk. Yıllar boyunca bu grubun her albümünden farklı tatlar alarak defalarca dinleye dinleye elimizden düşürmemiştik cdleri, kasetleri ... 4.13 Dream elime geçtiğinde, heyecanla dinlemeye başladığımı hatırlıyorum. Underneath The Stars adlı parça çalmaya başladı, tipik bir 'Wish' dönemi şarkısıydı bu, uzun tutulmuş intro, acı çeken gitarlar. Harika bir şeyler geliyor diye düşündüm fakat albümü dinledikten sonra içimde fena bir tatminsizlik hissi oluştu. Evet belki şarkılar ayrı ayrı güzeldi ama albüm bütün olarak bakıldığında The Cure gibi bir çok gruba ilham kaynağı olmuş efsane bir grup için çok çok yetersiz ve başarısızdı. Sanırım artık stüdyoya girip yeni kayıtlar yapmak yerine, konserlere turnelere yönelseler iyi edecekler. Zaten yayınlamış oldukları albümler bizi yıllardır doyurmaya yetti ve bundan sonra da yetecektir, yenilerine gerek yok diye düşünüyorum.
2008'in en başarılı albümlerine gelecek olursak, bu konuda objektif olmadan The Walkmen'ın You&Me isimli albümünü yılın en şahane albümü seçerdim. Fakat, gruplarla kurulan duygusal bağlar bir kenara bırakıldığında müzikal anlamda The Walkmen'dan çok daha başarılı gruplar olduğunu görüyoruz 2008'te. İsveç çıkışlı gruplardan The Bridal Shop, New Order geleneğini günümüze modern çizgilerle harmanlayıp getirerek çok güzel bir iş çıkarmış adı da 'From Seas' olmuş. The Last Shadow Puppets'ın The Age Of Understatement'ını ve Beach House'un Devotion adlı albümünü sayma gereği duymuyor, laf arasına serpiştiriyorum çünkü son yılların en güzel çalışmaları arasına girebilecek kayıtlar bunlar. Vampire Weekend'den Vampire Weekend, Pia Fraus'tan After Summer da 2008'in cicileri arasında yer almakta. Brit Pop efsanesi 'James' in çıkardığı 'Hey Ma' isimli albüm de geçtiğimiz yılın başucu edilesi albümlerinden olmakla beraber bir kez daha 'Brit Forever!' nidalarıyla dolaşmama neden olmuştur. The Smiths ve The Cure ruhunu tekrar açığa çıkarması açısından 'Twig' adlı grubun 'Life After Ridge' isimli albümü de sevip sevdirilesidir. Özellikle albümde yer alan ' At Work and At Home' adını taşıyan şarkı, Morrissey vokallerine ve The Cure gitarlarına bir selam gibidir. 2008'in en şeker albümüne gelirsek kesinlikle Bye Bye Bicycle'ın Five Little Lies adlı ep'si bu sıfatı hakeder niteliktedir. Bunun yanında, Cajun Dance Party'nin The Colourful Life adlı albümünü de severek sık sık dinlediğimi hatırlıyorum. Albüm kesinlikle konsept albüm kategorisine girebilecek kalitedeydi bence. Yine bir diğer harika çalışma da, Tokyo Police Club'ın Elephant Shell'iydi...
Teker teker saymak mümkün değil, Does It Offend You Yeah'ler, Little Joy'lar, Brittle Stars'lar, Je Suis Animal'ler, The Organ'lar, Fleet Foxes'lar, Atlas Sound'lar, Deerhunter'lar, Hari and Aino'lar... Hepsi ayrı ayrı , yayınladıkları albümlerle 2008 yılıma damgalarını vurdu.
Kış aylarından nefret ediyorum. Fazla kiloların soğuktan korunma bahanesiyle kamufle ediliyor oluşu bir artı gibi görünse de, insan bu avantajı sonuna kadar kullanıp kendini bıraktığı o sonsuz rahatlık sonucu üçbinbejyüzotuzikisonzuzz kilolar alıp olayın cılkını çıkarıyor ve bu artıyı eksi sonsuza varan değerlere taşıyabiliyor. Geçenlerde pembe bir pantalon aldım. Geçenler dediğim bundan üç ay evvel. 2 hafta önce gece dışarı çıkmak üzere kıyafet provası yapıyorken, pembe pantolunumu giyip bakayım dedim. Aman allahım o da neee!!! Fıyykkk pöörrttt lombuuur. Pantalonun içine hala girebiliyor oluşum sevimli bir durum olsa da, yanlardan fışkıran o et kütleleri bir anda kabusum oldu! Kış geldi montların boyu uzadı, çizmeler dizkapağı altlarında... Kendimizi, kendimizi unutacak ve görmeyecek kadar kamufle ettiğimiz şu kış aylarında, sanki birileri, paltomun altından bir pompa sokup basen kısmıma hava basmıştı demeyeceğim, çünküüüü biliyorum. Eyyy cheesecakelerr, eeeyyy patates kızartmaları ve eyyy votka limonlar! Eyy geceleri adeta bir karabasan gibi üstüme çullanan o engin açlık hissiiiii! Çıkın gidin hayatımdan!
Bu gibi durumlarda adeta bir diyetisyen edasıyla bütün kız arkadaşlarınız karşınıza dikilir. Evet siz aslında hiç takmıyorsunuzdur aldığınız kiloları, hatta Jennifer Lopez kalçalarınızla dünyanın en güzel kızısınızdır ama olay öyle bir boyuta getirilir ki (aslında sadece 54 kilosunuzdur) 'CONTROOOOOOOL' diye inim inim inlersiniz. Feeekaaaat tarçınlı zencefilli kurabiyeler, frambuazlı cheesecakeler en yakın arkadaşlarınız olmuşsa ve en ufak bir açlık anında kendinizi kremalı mantar soslu makarna tenceresinde dans ederken hayal ediyorsanız ( kalori yakmak için o tencerede dans ediyorum çok kontrollüyüm ehem öhömm) işiniz bitiktir. Hele ki, bir ince belli çay bardağına kocaman bir kaşık şeker atmadan etmem diyorsanız, ekmeksiz doymam diye çıkışıyorsanız; benim gibi, kontrol mekanizması yerine, kışı ve nimetlerini de yanınıza alarak bir kamuflaj mekanizması geliştirirsiniz.
Geçen gün kızlarla aramızda tatlıyı azaltacağımıza dair konuştuk. Alsancak'taki alışveriş maratonundan sonra bir cheesecake'i haketmiştik. Ama bir porsiyonu iki kişi bölüşmek üzere. Tabi ki, her verilen söz gibi bu da tutulmadı. Herkes kendine ayrı porsiyon söyledi, üstüne üstlük hayvani ebatlarda gelen çizkeykler yazık günah tabakta bırakılmaz diye silip süpürüldü. Zaten bizi şu tabakta kalmasın mantığı bitirdi ya neyse... Bırakın Allah aşkına! Kalçada, göbekte, popoda kalacağına tabakta kalsın! (hadi ordann tüm tatlılar bizimdir holallalaaa) :( CONTROL !